Freud melankolik dönemlerinde kendini psikanaliz odasına kapattığını biliriz. Bu oda öyle bir odadır ki adeta bir müzeyi andırır. İçerisinde binlerce arkeolojik kalıntı – ki birçoğu orijinal- bulunur. Psikanaliz ve arkeolojinin ortak yanı her ikisinin de geçmişin izini sürüyor olmasıdır. Freud’a göre arkeoloji psikanaliz için bir metafordur. Freud’un bu psikanaliz odasında, koltuğunun karşısında duvarda asılı duran rölyef de bu yazısının ana konusunu oluşturmaktadır, Gradiva…
Psikanalizin, arkeolojinin, edebiyatın arasında bir köprü olan Gradiva aslında Roma arkeoloji müzesinde bulunan Pompei kazılarında ortaya çıkan bir rölyeftir. Bu rölyef ilk olarak Wilhelm Jansen’in dikkatini çeker ve Jansen, Gradiva üzerine bir roman yazar… Roman’da kendini işine adamış bir arkeolog olan Norbert, bastırmış olduğu çocukluk aşkı ile düşlerinde, sanrılarında buluşur.
Sanrı ve düşler ile gerçekler arasında sürükleyici bir roman ortaya çıkar. Romanın ayrıntısına girmeden önce psikanaliz ile bağlantısına bakarsak; roman söylentilere göre ilk Jung tarafından okunup Freud’a veriliyor. Freud bu kitabın ilk sayfalarından itibaren etkilenmiş ve romanı psikanaliz çerçevesinde inceleyerek 1907’de analizini yapmıştır. Roman ile ilgili bir diğer ilgi çeken şey ise yazar W. Jansen ile Freud aynı dönemde birebir aynı konu üzerine aynı metot ile farklı alanlarda çalışıyorlar. Jansen’in 1902’de yazdığı romanı Dr. Freud’un serbest çağrışım yönteminin, psikanalizinin bir örneğiydi adeta. Jansen’e Dr. Freud’un psikanalizinden haberdar olup olmadıklarını sorduklarında, Jansen bunu reddeder. Freud’a göre; sanatçıların her zaman bilimden daha önde olmalarına yol açan dehalarından kaynaklanan bir sezgi güçleri var. Bu duruma tesadüf demektense Zeitgeist etkisi (zamanın ruhu) demek belki de daha açıklayıcı daha anlamlı bir ifade olabiliri. Zeitgeist yani bir olgunun aynı dönem içerisinde, farklı alanlarda çalışan insanlar tarafından fark edilmesi, hissedilmesi başka bir anlatım ile de yaratılması demektir.
Romana gelecek olursak:
Bir arkeolog olan Hanold, daha öncede belirttiğimiz üzere bastırmış olduğu çocukluk aşkı ile düşlerinde sanrılarında buluşuyor. Romanın baş kahramanı olan Hanold, ailesinden gelen yaşantısı, mesleği ve bilime olan ilgisiyle, hayatın içerisinde çizdiği yön ile kadınlarla ilişkisi olmayan daha doğrusu bunu bilinçaltında bastırmış birisidir. İlgilendiği kadınlar genelde bir mermerden, heykelden ileriye gitmemektedir. Bir gün karşılaştığı bir rölyef onda farkında olmadığı bir şeyler uyandırır. Rölyefte bir kadın zarif bir şekilde eteğini kaldırmış, adım atarken bir ayağı tam olarak yere basıyor, arkadaki ayağı ise önü yere basarken arkası yere paralel bir dik açı oluşturuyordur. Ancak bu rölyefin arkeolojik olarak veya herhangi bir şekilde değerli olabilecek bir yanı yoktur. Hanold rölyefe Gradiva adını verir. Bu isim ‘yürüyen muhteşem kız’ anlamındadır. Hanold’a göre bu rölyefteki kız soylu bir aileden gelir, Yunandır, Pompei’de yaşar vs. Rölyefe dair kendince birçok düşüncede bulunur. Aslında fark ederiz ki bu düşüncelerin hepsi çocukluk aşkı Zoe’ye atıfta bulunan ayrıntılarla doludur. Bir süre sonra Hanold bir düş görür; düşünde Pompei’dedir ve Gradiva ile karşılaşır ancak Pompei küller altında kalmak üzeredir. Hanold Gradiva’yı uyarmak ister ancak Gradiva aldırış etmez ve düşteki herkesin aksine sakinlikle ilerler, Apollo Tapınağının merdivenlerine uzanır ve orada yok olan şehre boyun eğmiş bir şekilde küllerin altında kalmayı bekler. Hanold düşten uyanır ve odasındaki pencereden dışarı baktığında kendini hala kaosun içinde hisseder. Düşün etkisinden bir süre çıkamaz, hatta bir yas süreci hisseder. Bu sırada penceresinden bakınırken kafeste olan bir kanarya dikkatini çeker. Sonrasında o sırada yoldan geçen bir kadını Gradiva sanır ve ev hali ile sokağa çıkar… Artık kahramanımız sanrılarında Gradiva’yı aramaya başlamıştır. Eve döndüğünde yine karşıdaki kafeste duran kanarya dikkatini çeker ve bu sefer Hanold kuş ile kendisi arasında bir bağ kurar ve kendisini ona benzetir. Her ne kadar kaçmak istese de kendisinin de kafeste olduğunu düşünür. Belki de bilinçdışı bastırmaları ona sinyaller vermeye başlamıştı. İtalya’ya bir yolculuk yapmaya karar verir… Ancak bu yolculuğu yine yaşamına uygun bir şekilde rasyonalize ederek yani bir savunma mekanizması olarak bilimsel bir nedene -mazerete- dayandırır. Ancak romanda gördüğümüz üzere kahramanımız Hanold, bu İtalya yolculuğu sırasında gördüğü çiftlerden, kara sineklerden kaçınarak şehir şehir gezer ve sonunda Pompei’ye varır. Peki bu çiftlerden ya da kara sineklerden böylesine kaçınmasının sebebi neydi? Adete nefret ediyordu onlardan… Çiftlerden rahatsız oluşu ve karasineklerinde çiftleri hatırlatıyor oluşu kahramanımızın bastırılmış cinselliğini andırıyor bize. Kahramanımızda bunu fark eder bir şeylerden yoksunluğu onu tatminsiz kılıyordu.
Pompei’de kahramanımız ne gariptir ki düşünde gördüğü kızı yani Gradiva’yı yine görür. Bu bir gündüz hayaleti mi? 79 yılındaki birinin yine beden bulması mı? Neydi… Hanold Gradiva’nın yanına gidip -onun bir Yunan olduğunu düşündüğünden- Yunanca hitap ederek konuşma yetisinin olup olmadığını öğrenmeye çalışır. Gradiva bir yanıt vermez ve Hanold bu sefer Latince seslenir. Gradiva bu sefer Hanold’a şaşırtıcı bir şekilde kendisi ile konuşmak isterse Almanca dilini kullanmasını gerektiğini söyler. Bir gündüz hayalet, yeniden canlanan biri veya kahramanımızın sanrılarındaki kız Almanca biliyordu. Sesini duyan Hanold, ‘’Sesinin böyle olduğunu biliyordum.’’ der. Kahramanımız aslında birçok şeyi geçmişindeki aşkından ilham alarak Gradiva’da bulmaktadır.
Kahramanımız Gradiva ile tekrar buluşmaya sözleşmiştir. Bu sefer giderken yolda gördüğü beyaz çirişotu çiçeğinden koparır Gradiva’ya vermek üzere. Bu buluşmalarında Hanold Gradiva’nın gerçek ismini öğrenir. Adı ‘’Zoe’’ dir; hayat anlamını taşıyan Yunan kökenli bir isimdir. Tıpkı rölyefteki cansız bir kıza hayat verirken onun Yunan olduğunu düşünmesi gibi tatlı atıflarla karşılaşıyoruz. Hanold Zoe isminin hayat anlamına gelmesini alaycı bulur. Zoe-Gradiva o kadar akıllıdır ki (Freud romanda bu karakterden ve yönteminden çok etkilenmiştir.) Hanold’ın sanrılarını fark eder ve ona serbest çağrışım tekniğini uygular. Kitabı okurken Zoe’nin romanda okurken sözleri hep ikili anlamlıdır. Hanold’ın Zoe ismini alay edici bulmasına karşılık; ‘’İnsan, kaçınılmaza boyun eğmek zorunda. Ölü olmaya alışalı çok oldu.’’der. Zoe hem şu ana hem de eskiye vurgu yaparak Hanold gibi okuyucuları da kendisine çekmektedir. Hanold Zoe-Gradiva’ nın yürüyüşünü görmek ister. Zoe-Gradiva onu kırmaz; neredeyse dikey bir şekilde kalkan topuğuyla oldukça zarif bir şekilde yürür. Ancak kızın ayaklarında artık ince deriden kum rengi ayakkabılar vardı. Bu ayakkabılar günümüzü şimgelemektedi ve rölyefdeki sandaletlerin yerini almıştı. Hanold için birçok gerçeklik vardı fark ettiği veya edebileceği ancak bilinçdışında bastırdığı tüm anılar, cinsel arzular bilince çıkmak istese de sanrılarından veya düşlerinden öteye geçemiyordu. Ayrılmalarına doğru Zoe- Gradiva Hanold’ın getirdiği çiçekleri alır ve der ki; ‘’ Benden daha talihli olanlara ilkbaharlarda gül verirler ama senin elinden unutuluşun çiçeğini almak bana daha uygun düşecek’. Çirişotu’nun bir diğer anlamının unutuluşun çiçeği olduğunu öğreniyoruz.
Gradiva-Zoe’nin bu anlamlı konuşmaları romanı oldukça ilgi çekici yapıyor, bizler gibi Freud’u da etkiliyordu.
Bir sonraki buluşmalarında da Zoe’nin ikili konuşmaları devam eder. Hanold ile yemeğini paylaştığı bir bölümde Hanold’a ‘’ Bana, sanki seninle, iki bin yıl önce de böyle yemeğimizi paylaşmışız gibi geliyor.’’ der. Hanold artık iyice kuşkulanmaya başlar gördüğü sanrılar üzerine içten içe kızın gerçekliğini test etmek ister. Zoe-Gradiva’dan ilk başta gördüğü düşteki gibi Apollo Tapınağının merdivenlerine uzanmasını ister. Bu aslında Hanold’ın bastırmış olduğu cinselliğe vurgu yapar. Kahramanımızın bastırdığı her şey düşlerinde ve sanrılarında bir şekilde dışa vuruyor. Ancak Zoe-Gradiva burada bir cinsel bastırılışın olduğunu; bu isteğin bir cinsel davranışı sembol olarak gösterdiğini anlamıştır ve bunu reddederek oradan uzaklaşır. Geçen zamanda Hanold Gradiva’nın gerçek olmasını diler, onu kıskanmaya başlar. Bir sonraki buluşmalarında sohbetlerine devam ederken Hanold’ın gözüne bir karasinek ilişir; Gradiva’sının çevresinde dolanan bu sinek kızın narin eline konar. Hanold içten içe bir gerçeklik testi yapmak ister, acaba kıza dokunabilecek miydi? Sinek onun için ne anlama geliyordu? Biliyoruz ki çiftler kadar karasineklerden de nefret ediyordu. Acaba bu sinekler ona çiftleri mi hatırlatıyordu ve bu karasinek Gradivaya dokunmak isteyen bir adam mıydı onun için? Hanold bir şekilde kızın eline vurur, sineği kovmak için. Bunun üzerine Gradiva-Zoe Hanold’a ‘’ Siz aklınızı kaçırmışsınız, Nobert Hanold!’’ der. Bu çok çarpıcıdır çünkü Nobert’in soyadı henüz Pompei’de kimse tarafından bilinmiyordur (biz yazımızda başından beri Nobert’in soyadını kullandık) ve Hanold gerçek, canlı bir kadının eline vurmuştur. Hanold bu gerçeklik karşısında korku, sevinç, şaşkınlık gibi birçok duygu ile birlikte artık iyice kafası karışır ve kaçınma davranışı gösterir. Bu sırada Zoe, balayında olan bir çift ile karşılaşır ve bunlardan biri arkadaşıdır. Arkadaşı ile olan konuşmasında anlarız ki; Zoe bir Zooloji profesörünün kızıdır ve buraya kertenkeleleri incelemeye gelirler. Hanold için rölyefteki kız yani Gradiva soylu bir ailenin kızıydı şimdide görüyoruz ki soylu bir aile bilinçdışında bir profesörün kızına bürünmüş; yer değiştirmiş. Gradiva-Zoe arkadaşından ayrılır ve Hanold’ın peşine gider. Kafası karışan Hanold’a konuşma arasında kendisi ile karşılaşmak için Pompei’ya kadar gelmesine gerek olmadığını evinin 100 mil ötesinde de bunu yapabileceğini açıklar. Çeşitli açıklamalardan sonra Hanold artık Gradiva’nın çocukluk aşkı olan Zoe Bertgang olduğunu kavrar. İlginçtir ki konuşmalardan anlarız ki Bertgang ismide muhteşem yürüyüşlü kız anlamına gelir, tıpkı Gradiva gibi. Hanold bu şaşkınlık arasında karşısındaki kızın çocukluk arkadaşı Zoe’ye benzemediğini söyler. Zoe bunun üzerine yaptığı açıklamada Hanold’ın bastırma mekanizmasını çok güzel açıklar, iç burkucu ve romanın aslında temelidir. Hanold’ın yıllardır işi ile ilgilenmekten dönüp bir kere bile kendisine bakmadığını söyler. Kendisinin arkeolojiye olan ilgisinden ötürü etrafındaki her şeyi görmezden gelişini belirtir.
Kitapta Zoe Bartgang’ın Hanold’a söylediği bir söz vardır ki çok etkileyicidir.
Bir insanın yeniden doğabilmesi için ölmesinin gerekmesi mi? Ama arkeologlar için, bu elbette gerekli bir şey.
Bu çok anlamlı geliyor kulağa. Bilinçdışında bastırdığımız şeylerin bilince çıkması ne kadar zor ne kadar derin. Öldüğünü sandığımız birçok an, anı, kişi aslında bilinçdışımızda bir yerlerde fark edilmeyi mi bekliyor acaba? Hanold çocukluk aşkını yeniden doğurmak için arkeolojiyi kullanarak sanrıları ve düşleriyle beraber dolambaçlı bir yoldan geçmiştir.
Bilinçaltında bastırılan anılar, duygular hep bir çıkış yolu arar aslında fark ettirmeden; ama bunların bilinç düz eyine çıkması utandırıcı, korkunç, ya başka bir yoğun duyguyu beraberinde getiriyor… Bu nedenle ya bastırılıyor ya çarpıtılıyor, yer değiştiriyor ya da rasyonalize ediliyor..Romanda bu iki alandaki çatışma -bilinçdışı ve bilinç- sanrı ve düşler tarafından dengeleniyor. İnce ayrıntılarla döşenmiş bu roman her şeye değinmiş ve belki de en çok Freud olmak üzere okuyucularını da derinden etkilemiştir.
Uzm. Psikolog Saime Çağlı & Psikolog Seray Sevük
Bir cevap yazın